Bu Blogda Ara
Edebiyat ve sanatın merceğinden filmlere ve antik dünyanın izlerine uzanan kişisel bir keşif...
Öne Çıkan Yayın
YAŞAYABİLMEK VE YAŞATABİLMEK
Siluetinin arkasına saklanan çıplak bakışlarını gizlemedi bu kez. Ufak kara gözlerini en uzağına sapladı göz bebeklerinin ,bebek mavisi tonunda. Bulanıklaşmaya başladı yaşam .Sanki denizin benzersiz tonlarıyla bezenmişti, yosun kokuyordu. Teknenin direğindeki küçük, bir o kadar da masum martının bakışlarıyla keskinleşti gözleri .Soğumaya yüz tutmuş bir ceset yer çekimini ihlal edercesine taze şarkılar mırıldanıyordu, tınılar birbirinin ardında yeşilimtırak sicimlere boyanıyordu.
Moraran teninin
üzerinde parlayan smokini, sonsuzluğunu keskinleştiren gözleri zamanın içinde
parçalanıyordu. Duracağı
noktayı tahmin edercesine iki adım attı. Uzaklaşmaya çalışan onlarca desen,
giymeye hiç kıyamadığı ekoseli gömleğinde buluşmuştu. Parçalanmış onlarca sicim
gecenin soğukluğuna uzanıyordu. Gaip, renksiz, buz tutmuş soğuğa.
Gecenin loşluğunda insanların simaları garip bir
tesadüf gibiydiler. Gösterişe aldananlar topluluğu bin bir yanılgının içinde
yanıyordu. Renklere hapsolmuş binlerce ilmiğin sıcaklığına tutunmak istercesine
ellerini sıkıca kapadı. Hala ayaktaydı.
Kimse birbirinden
haberdar değildi, yuvarlak daireler çiziyorlardı etraflarında hep aynı noktaya
varacaklarını bilerekten çizilen binlerce resim, binlerce döngü. Yine hayat
devam ediyordu. Arkalarında iz bırakarak ya da bıraktıklarını zannederek.
Söğüt ağacından yapılan somyaya ilişti gözü. Pürüzsüz
dokusu ,kendinden işlemeli leylak motifleriyle bezenmiş kolçakları.
Tarifsizliğin tatlı telaşlarına eşlik etmişlerdi, koşuşturan iki insana ,iki
cana. Puslu oda tizden gelen sesle derinleşti. Çatıdan kopan kiremit tozları
gibiydi bedeni, kırmızıya bulanmış bu eller ah o küçük eller. Varlığına şahit
ne bir ses ne de bir hareket vardı. Tek varoluş elinde tuttuğu sarımsı kağıt
parçasında devam ediyordu.
Kim bilir kaç kere
geçmişti, bedenini kaç kere sürüklemişti yokuş aşağıya inen dar geçitlerden.
Ruhunu boğan bir adamın sözcüklerini kaç kere temaşa etmişti sokak aralarında
,simit satan çocuğun haykırışlarında hissetmişti yaşamın cız eden soğukluğunu
,gözlerine kaç kere vuku bulmuştu dünyadaki var olma sebebi. Bilmiyordu.
Çatallaşmış
sözcükler peş peşeydi ,tıpkı geçip giden simalar gibi kişiliklerini
yitirmişlerdi . Tedirginliği aynanın yassı yüzeyinde aniden belirirken , siması
bulanık sularda seyahat etmeye devam ediyordu. Ayna bulanık görüntüler
oluşturuyor , saniyeler anın hissiyle bir çalıp bir duruyordu .Tek değişmeyen
görüntülerdi.
Makineyi
eline almadan önce tozlu vücudunu temizledi ,aşina olduğu bir düğmeye ilişti
gözü ve bastı. Yüzünde oluşan tebessüme anlam veremedi ilk önce. Durdu.
Saniyelere
sığdırılmış binlerce hikaye geçiyordu gözlerinden. Bir adam geçiyordu
yaşlıcasından elinde olmayan bir bastonla hafifçe kamburlaşmış, ihtiyar bir
adam geçiyordu yeni doğmuş bir sokaktan, hiç büyümeyecek olan bir çocuk renkli balonlarla
oynarmışçasına mutlu ,bir biletçinin önünden geçiyordu, geriye gri bir tebessüm
bırakarak. Vakit akşamüstüydü. Kapının ötesinde yankılanan biletçinin sesiyle
hiç var olmayacak insanlar için bilet aldı, hiç doğmayacak çocuğu için bir
şekerleme. Esen rüzgarla dehşetengiz bir şekilde çarparken kapı şi,enin eski
kunduraları dışarıda kalmıştı kim bilir ne zamandan yadigardı, hangi çağın
izini sürmüştü? Trenin aşina olduğu yollarda izini kaybettirmiş siren sesleri hangi ülkeye doğru yol
alıyordu, hangi bedenlere zuhur etmeğe gidiyordu?
Denizin berrak
kokusuyla kendine geldi. Elinde tuttuğu kağıt parçasıyla adeta bütünleşmişti
bedeni. Baktı bir kere daha sonra bir daha. Elinde
solmuş bir hayat vardı, kapının önünde unutulmuş kunduralarda son bulmuş bir
hayat. Çığlıkları kağıt parçasına tutuşturulmuş bir hayat.
Saniyelere
sığdırılmış bir anlık led sesi, geçmişe sığmış bunlarca çığlık, akılda kalan
sorular tozlu bir kutu arasında duruyordu , tek bir aralık geçmişteki karanlığı
çekip getirebilirdi. Aralarındaki en büyük ama en de korku verici tuşa bastı,
ışık yoktu, insan yoktu, aktarılacak sözcük yoktu. Her şey bir anda suspus
olmuştu.
Kendisini kontrol altına alan makine
tekrardan yine kendisine hükmediyordu. Kontrol yoktu, bilinç yoktu geride kalan
sadece birkaç dişli çark ve yanıp sönen bir ‘çıt’ sesi. Etraf kararmaya
başlarken kekeme çocuk masum sözcüklerle karenin içinde dans etmeye başladı.
Masum çocuk dans ederken ekmek kırıntıları oradaydı, çocuğun avucundaydı. Siyah
beyaz balonlar dağılmıştı gökyüzüne. Resim dans ediyor ama ekmek kırıntıları
hiç değişmiyordu hep oradaydı hep bir tutamdı. Ne fazla ne de eksik. Adam
binlerce yanılgının içinde tek bir doğruyu arıyor gibiydi. Binlercesi arasında
tek birini..
Buğulanan camda çocuk yoktu, kim bilir kaç defa
yamalanmış pantolon yoktu, cep yoktu. Zelzeleye çarptırılmış ‘insanlık’ tarihe
geçiyordu.
Küf kokan ekmek, delik cepten aşağıya doğru dökülürken
masum çocuk durdu. Ekrandaki çerçevede iki timsal buluştu. Bir yandan küf
kokusu bir yandan resim çizen çocuk.
Boş çerçeveler
içinde bir yabancı, el sallıyor, her bir hareketinde siluetler arasındaki
tenler biraz daha uzaklaşıyordu. Kameranın yanıp sönen ışığı kaç farklı aileyi
bu daracık eksene sığdırmıştı. Bilmiyordu.
Popüler Yayınlar
TANPINAR'IN EŞİĞİNDE - Ahmet Hamdi Tanpınar ve Eserleri Üzerine Düşünceler
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
İNSAN ÖTEKİYLE VAR OLUR.. EDEBİYAT İSE İNSANLA..
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar

Yorumlar
Yorum Gönder