Ana içeriğe atla

Öne Çıkan Yayın

İNSAN ÖTEKİYLE VAR OLUR.. EDEBİYAT İSE İNSANLA..

  ‘Edebiyat nedir ? ‘sorusuna verebileceğimiz bir tanımdan da öte yaşamın bir çeşit delili, tarifi yaşamın sınırlandıran insanoğlunun sonsuzluğunun bir parçasıdır edebiyat. Yeni keşfedilen bir kıta, yemeğe atılan farklı bir baharatın etkisini diğer insanlar üzerinde vuku bulmasıdır. Değişmez, yenilenemez şartlar – olasılıklara karşı atılan bir darbenin parçası, mutlak kararlara karşı imzalanan kağıt parçasıdır. Varlıkla var olur, insanla değişir, ötekileşir, aktarımı sağlanır. Nefesle izah olunan, mürekkeple belirginleşir, insanların üzerindeki tesirinin bir parçası ise kağıtta kalan izlerdir. Bulanıklaşan, kuruyup eskiyen ama her defasında hissedilen. Edebiyat hissedilir, mantığın katmanlarına çıkabilmek için zahir olunan gönülle aşikar nasıl olursa. İnsanı var eder. Görülmeyeni, durulmayanı, anlatılamayanı anlatır her satırında. Terry Eagleton’un Edebiyat kuramı kitabında (1983 ) ‘’ Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir...

SON NEFES


Gitmeden önce’ Ayrılık, tülbendinin yaşı kuruyana kadar.’ demişti, anasına. Toprak kokan kınalı ellerine son sığınışıydı, kardeşiyle oynadığı son oyunuydu. Göz bebeklerindeki donuk ifadeyi saklamaya çalışırcasına iki büklüm halde ayakta durmaya çalışıyordu. Cüssesi gittikçe ağırlaşırken geride binlerce adım intikal ediyor, havada asılı kalan eli boşluğu selamlıyordu. Aynalı kapının ardında görüntüsü yok olmaya başlarken, tutunamadı.

Nefesini son kez içine çekerken, arkasından sürgülenen kapının ağırlığını vücudunda hissetti. Tozlu ve rutubetli havanın içinde yarım saatten fazla tuttuğu temiz havayı geri vermek istemedi önce. Siyahımsı lekelerle bezenmiş yüz hatları biraz daha kararır diye, düşünceleri biraz da yozlaşır diye korktu. Dolabında aynı renklere bezenmiş hayatının bir parçasını koparmaktan korktu, tonlara bölünmekten korktu. 90’ların metal plakalarını andıran ambarında tek bir parça taşıdığını unutmaktan korktu.

Kapı istemsizce bir ileri bir geriye doğru hareket ederken, ardında gizli kalmış çığlıklar yankılanıyordu. Elinde olsa zimmetlemek isterdi rüzgarı odanın köşesine, artık beyninde o şarkı çalmasın isterdi, her gidişinde insanların soğuk yüz hatlarıyla temaşa etmesin, buraya girmeden önce söylediği tek türkü dilinden düşmesin isterdi. Artık her şey boştu. Tek bir kelime çıkmadı ağzından.

Evet gitmişlerdi, kimse kalmamıştı içeride, nefesini verirken üzerinde arda kalan tek şey siyah kazağıydı. Sanki her verdiği nefeste karanlıklaşıyordu bir yanı, soluyordu ışıklar. Aynalara akseden görüntüsü buz tutmuştu, bordoya boyanmış göz altları ardından biz cenaze geçiyordu, hiç gidemediği.. Yarım kalan dualara iştirak ediyordu solgun benizler arasında. Söyleyecek sözler geçmişte unutulmuştu, hatırlayamadı. Tenini ısıtmaya yetmeyen heceler birleşiyordu, nefesinin buğusunda. Görünmez oluyordu, ahirden gelen pişmanlık ordusu savaşmaya hazırdı. Sözcüklerin cömertliği yoktu ortalıkta. Ne bir kalkan ne de asker. Allah Allah nidalarıyla yankılanıyordu zift kokulu geçitler. Görmek isteyip  de asla göremeyeceği yerler, ayak sesleriyle bir azalıp bir çoğalırken yüzü gittikçe puslu bir hal almaya başladı. Acaba kaç dakikadır nefes almadan yerde serili bir şekilde yatıyordu? Ezilmiş kemikleri orta yere dağılmış, toparlayacak kişiyi bekliyordu. Demirliklerin ardında başlayan sabah güneşi paslanmış aynaya sızıyor, bir parçası puslu havayı delerken geride simasını kaybetmiş bir beden, kirlenmiş anılar, tekrar bir araya getirilmeyecek bir ruh yatıyordu. Kapalı göz kapaklarının ayazında kalmış, kurulamayacak hayaller silinmeye başladı şeritlerden.

Üç metreye sığdırılmış, çocukluğunun en güzel hikayesini okuyamadan sayfası koparılmış cılız, yıpranmış bir kağıt parçasıydı bedeni. Buz tutmuş mermer taşlarında kendini gizlemeye çalışıyordu sanki. Dairenin içine sığdırdığı on yıllık geçmişini şimdi mermer taşlarında arıyordu, soğumuş hayallerini, canlandırmak için kaç kere daha nefes alıp vermeliydi?  Ne eksik ne fazla. Sınırlı demişti kapının ardındaki, ilk defa duymasına rağmen yadırgamadı. Birde görmek mümkün olsaydı.. Yine saçmaladığını fark etti. Neden soru sormadığını bile düşünmedi. Bugün on kere alsam yarında o kadar almalıyım dedi ve alçak tavanın altında canlılığını yitirmiş gözlerini gecenin verdiği rehavete kapadı.

Gök kubbenin altında binlerce seda bekliyordu, ilmikleri çözülmüş sözcükler karmakarışıktı. Manasız ,havada asılı kalmış, kirletilmişti. Masumluğunu kaybetmiş siyah beyaz fotoğraflar bekliyordu. Bir tek bekleyen onlar değildi, insanlık 'EZAN' sesleriyle kavuşmayı bekliyordu, iki ak tel daha yere düştü gözlerini yeni doğan güne açtığında.

 Annesi yıllar sonra ilk defa dışarı çıkıp, nefes almak istedi, tülbendini kaldırmak istedi, küflü tele direnmek istedi. Oğlunun ayak izleri yine çorak topraklarda canlansın istedi, eli havaya doğru uzanırken güneş yeni doğuyordu, aydınlığına kavuşurken gün ,tülbendi kupkuruydu.Gözlerini tahta çitin ötesinde gezdirirken, son nefesini vermişti. Son düğümü atamadan, göz bebekleri biraz daha küçülürken, ''Anne, Hoşçakal..'' diyebildi sadece.


 

 

 


Yorumlar

Popüler Yayınlar