Lise yıllarımda, isminin vadettiği o buruk umuttan etkilenip izlediğimde gözyaşlarıma hakim olamamıştım. Aradan geçen beş yılın ardından, "Umudunu Kaybetme" (The Pursuit of Happyness) filmiyle yeniden karşılaştığımda ise hissettiklerim sadece hüzün değildi. Bu seferki izleyişim, belki de ülkemizin içinde bulunduğu enflasyon döşeğinde, tıpkı Chris Gardner gibi hayatın kıyısına itilmiş hissetmemdendi. Kalabalıklar içinde yalnız, onca emeğe rağmen yerinde sayan bir ruh hali... Tanıdık geldi mi?
Bu yazı, sadece bir film incelemesi değil; Chris’in 80’ler Amerika’sında verdiği mücadelenin, bugünün Türkiye’sinde nasıl yankılandığının bir hikayesidir.
"Happyness" Neden Yanlış Yazılmıştı?
Filmin başında gösterilen o duvardaki yanlış yazılmış "Mutluluk" (Happyness) kelimesi, aslında filmin tüm alt metnini özetliyor. Chris'i rahatsız eden sadece bir harf hatası mıydı, yoksa mutluluğun kendileri gibi insanlar için hep "yanlış" kurgulanmış olması mıydı?
Chris, dışarıdan bakıldığında hastanelere pahalı ve gereksiz makineler satmaya çalışan sıradan bir adam gibi görünebilir. Oysa o, sayılarla arası mükemmel olan, zeki ama fırsat eşitliğinden mahrum bırakılmış bir yetişkindi. Çocukken elinden alınan okuma hakkı, onu sadece hayatta kalmaya adamış bir "köleliğe" itmişti. Sevdiği şeyi yapma lüksü olmayan, sadece faturalarını ödemek ve günü kurtarmak için yaşayan bir adam...
Bugün hangimiz Chris’ten farklıyız? Devletin vergi yükü altında kamburlaşan, kirasını denkleştirmeye çalışan, hayallerini bir sonraki maaş gününe erteleyen bizler, Chris’in o günkü çaresizliğini bugün iliklerimize kadar hissetmiyor muyuz?
Modern Zaman Köleliği ve Bir Babanın Direnişi
Film boyunca Chris'in bir insan gibi değil, sistemin bir dişlisi, tabiri caizse bir "modern köle" gibi yaşamaya zorlandığına şahit oluyoruz. Elinde o ağır kemik tarama cihazıyla kilometrelerce yürümesi, her gün aşağılandığı o pansiyon sıralarında beklemesi ve takım elbiseli "efendilerin" gözüne girmeye çalışması...
Peki soruyorum size: Tüm bunlara nasıl katlandı? Bir gün olsun o cihazı yere fırlatıp vazgeçmeyi düşünmedi mi?
Cevap, oğlu Christopher'da saklı. İyi şartlarda yaşayan, destekleyici bir ailesi olanlar için "vazgeçmek" bir seçenek olabilir. Ama Chris'in "Hayır" deme lüksü yoktu. O sadece bir stajyer değil, aynı zamanda bir babaydı.
Metronun Tuvaletindeki O Gece
Filmin tartışmasız en can alıcı sahnesi, ev sahibi tarafından kovulduklarında sığındıkları metro tuvaletidir. O sahnede Chris, dışarıdaki tehlikeli dünyaya karşı kapıyı ayağıyla kilitlerken, aslında oğlunun masumiyetini korumaya çalışıyordu. O an akan gözyaşı, sadece çaresizliğin değil, bir babanın onur savaşının simgesiydi.
Birçoğumuz eşinin onu neden terk ettiğini, neden stajyerlik gibi riskli bir işi seçtiğini sorgulamışızdır. Eşi, onun potansiyelini göremedi belki ama Chris, elindeki o cılız umuda tutunmaktan asla vazgeçmedi. Yirmi stajyer arasından seçilecek tek kişi olmak için gecesini gündüzüne katması, aç kalması, kanını satması... Hepsi o "yanlış yazılmış mutluluğu" düzeltmek içindi.
Kendi Filminin Başrolü Olmak
Şimdi filmden çıkıp aynaya bakmanızı istiyorum. Bu filmi hayatınızda kaç kez izlemek zorunda kaldınız? Ya da daha kötüsü, kaç kez bizzat yaşadınız?
Chris Gardner’ın hikayesi bize şunu hatırlatıyor: En karanlık gece, yani o metro tuvaletinde geçen gece bile sonsuza kadar sürmez. Elinizdeki son parayı bir şans için feda ettiğiniz o an, belki de hayatınızın yeni başlangıcıdır. Eğer şu an enflasyonun, geçim derdinin veya hayal kırıklıklarının altında eziliyorsanız, Chris’in o meşhur sözünü hatırlayın:
"Kimsenin sana bir şeyi yapamayacağını söylemesine izin verme. Benim bile. Bir hayalin varsa onu korumalısın. İnsanlar bir şeyi kendileri yapamazlar ve senin de yapamayacağını söylerler. Bir şeyi istiyorsan, git ve al."
Yorumlar
Yorum Gönder